Mustafa Gültekin

Mustafa Gültekin

seferisair@gmail.com

Kopan parmak, yüreğinizden bir şey koparmadı mı?

11 Kasım 2025 Salı 23:48

Fransız düşünür ve yazar Roger Garaudy, "Gençlik, bir milletin en büyük servetidir" dedikten sonra gençlerin okulda parmağının koptuğunu, kantinde gıdadan zehirlendiğini, kibirli kabile reisi kılıklı okul idarecileri tarafından itilip kakıldığını; bu duruma itiraz edenlerin ise el birliğiyle cezalandırıldığını görseydi, Türkiye'deki israfın boyutunu yazacak kelime bulamazdı herhalde...

Bu yazı, yukarıda altı özenle çizilen amansız israftan mütevellit Milli Eğitim'in adeta kötürüm olan ve daha da ötelenemez hale gelen ölümcül liyakat sorununu bir kez daha gözler önüne seren içten bir çığlıktır.

Dolayısıyla bu satırları, salt kalemden dökülen siyah harfler olarak değil, bir bitiş isyanı ve yeni bir başlangıç ilanı/ilhamı olarak okumanızı,  asabı bozuk bir yazı gündelikçisinin bağırmaktan adeta patlayacak gibi olan şah damarlarından bayıltıcı hızla akan kana bakar gibi bakmanızı istiyorum.

Hemen söyleyeyim; eğer o kan sizi tutmuyorsa, kaleme kilit asmadan kelimesini bulmuş, cümlesini oldurmuş bu yazının içeriği sizi huzursuz etmiyorsa, sizde bir sendelemeye sebep olmuyorsa, gözleriniz kararmıyor, başınız dönmüyorsa, tansiyonunuz çıkmıyor, şekerinizde bir dengesizlik olmuyorsa; merhamet kalbinizden göç etmiş, ruhunuz, köleleştirici bir asiliğin elinde çoktan oyuncak olmuş demektir. Bu da insanın, insan türünden bir yaratığa dönüşme ihtimalinden mütevellit başına gelebilecek en kötü şey olsa gerek...

Şimdi, beni böylesine bir sinir harbine sokup, sipere yatıran şeyin ne olduğunu merak ediyorsunuz değil mi?

Öyleyse başlayalım.

Beslenme çantasının hakkını veremeseniz de  bihakkın sevginizi verdiğiniz, öpe koklaya beslediğiniz iki gözünüzün nuru evladınızı sabah okula gönderdiniz, ama akşama bir parmağı kopmuş (Evet, yanlış okumadınız, bir parmağı kopmuş) halde eve geldiğini veya sizin onu alıp cav havliyle hastaneye götürdüğünüzü düşünün... Şu an ne hissediyorsunuz?

***

İşte, Bursa'da tam da böyle bir olay yaşandı.

Setbaşı Dörtçelik İlkokulu'nda daha ikinci sınıfa giden bir evladımızın parmağı kapıya sıkışıyor ve kopuyor.

İddia o ki; ailesine öğrenciler haber veriyor (Dikkat buyurun! Ders öğretmeni ve okul idaresi yok ortada) ve okula gelen veli, yaralı çocuğunu kendi imkanıyla hastaneye götürüyor. Kopan parmak, arkadaşları tarafından okul koridorunda bulunuyor ve yine ailesi tarafından hastaneye ulaştırılıyor...

***

Şehir, henüz bu olayın şokundayken bu sefer de başka bir okuldan gelen "zehirlenme" haberiyle sarsılıyoruz. Hamzabey Ortaokulu'nda kantinde aldıkları yiyeceklerle zehirlenen çocukların bir kısmı ambulanslarla bir kısmını da veliler kendi araçlarıyla hastaneye kaldırıyorlar. Olacak şey değil, ama oluyor. Kimse de bana mısın demiyor! 

Burada sadece zehirlenen, parmağı kopan değil, diğer çocukların maruz kaldığı sarsıcı travmayı da düşünün derim. Dile kolay değil mi?

Bunlar, kısa süre önce şehrimizde yaşananlar. Benzer bir olayın ise daha üzerinde dumanı tütüyor. Medyaya yansıdığı için siz de denk gelmişsinizdir. Manisa'nın Turgutlu ilçesinde bir okul müdürü; otizmli bir öğrenciyi merdivenlerden itiyor. Görüntüler olmasa kimse inanmaz, ama bildiğiniz itiyor ve çocuk korkun şekilde merdivenlerden yuvarlanarak yaralanıyor. İnsan formundaki bu yaratık, aslında hiç olmaması gereken bir yerde, okulda, üstelik de okul müdürü olarak bulunuyor.

Sonrası bildiğimiz şeyler; polis, olayla ilgili soruşturma başlatıyor, aileler, okul idaresini duyarlı olmaya davet ediyor falan filan... Neticede bir adli vaka var ve ilgililer durumu takip edecektir.

***

Oysa asıl mesele, kangren haline gelmiş liyakatsizliğin, rutine dönüşmüş aldırmazlıkla, umursamazlıkla birleşince nelerin olabileceğidir.

Bakın, bu liyakatsiz, aldırmaz, umursamaz azgınlık birçok okulda hemen her gün çocukların hayallerini, umutlarını zehirlemekle, koparmakla kalmıyor, başını yastığa huzurla koyma derdi taşıyan huzursuz azınlığı da arsızca ezme, yıldırma pervasızlığına soyunuyor. Yani, dert büyük...

Hazır bahsi açılmışken bu akıl almaz aldırmazlığa birkaç örnek vereyim.

Mesela, derste olması gereken öğretmen okulda bile olmamasına rağmen, ahbap-çavuş ilişkisi yürüten okul idaresi oralı bile olmayabiliyor. Daha kötüsü, "Sınıf boş, çocukların başına bir iş gelir..." diye idareye bilgi veren öğretmene ise "Sana ne" denebiliyor. Denmekle de kalmıyor, utanmadan bir de "Öğretmenlerin derse girip çıkışını takip ediyor" palavrasıyla soruşturma bile açılabiliyor. Ve kötünün de kötüsü, ruhunu sendika pazarında mezata çıkarmış sözüm ona müfettişler eliyle ceza yağdırılıyor. Yani, kendileri de azıcık sorumluluk duymak yerine içinde hala bu duyguyu öldürmemiş olanların ölüm fermanını imzalama küstahlığında yarışıyorlar. 

Elbette ki; terazisi şaşmayan müfettişlere sözümüz yok. Sözümüz, soruşturduğu konu hakkında kurmaca karar veren kabile reisi kılıklı, ahlak cücesi, kibir kulesi, kubur faresi müfettişlere! Mübalağasız söylüyorum; merdivenden itmelerde, bu zehirlenmelerde, kopan parmaklarda, koparılan hayallerde, kırılan umutlarda en büyük pay sahibi sizlersiniz, bilesiniz... 

Hani, ilahi adalet tecelli etse, kopan parmağa karşılık; aldırmaz, umursamaz, vurdumduymaz, nemelazımcı, henüz kişisel gelişimini tamamlamamış okul idarecilerin parmaklarıyla beraber adaleti askıya çıkaran müfettişlerin de kellesinin koparılması lazım. Vallahi sizin yatacak yeriniz yok, haberiniz olsun.

Durun, bir örnek daha vereyim.

Fırtınada annesinin kanatlarının altına sığınan kuş yavruları gibi, staj yerinde maruz kaldığı tacizden zorbalıktan kaçıp öğretmenine sığınan öğrenci için azıcık dertlenerek yeni bir staj yeri bulma zahmetine katlanamayıp, "Seni sınıfta bırakırım" tehdidini savurma işgüzarlığını seçen idarecilere ne demeli?

İşte böylesine pervasızlıkları el üstünde tutup, buna itiraz edenleri de cezalandırmayı seçen kokuşmuş bir sistemde daha çok çocuk merdivenden itilir, zehirlenir, daha çok çocuğun parmağı kopar, gözü çıkar, kolu-bacağı kırılır. Hayalleri, umutları, inançları yıkılır, daha çok genç israf edilir.

SON SÖZ:   

Bitirirken başa dönüp, yineliyorum. Lütfen bu yazıyı, salt kalemden dökülen siyah harfler olarak değil, bir bitiş isyanı ve yeni bir başlangıç ilanı/ilhamı olarak okuyun. Bu vesileyle, şehrin siyasi sorumluluğunu taşıyan Ak Parti İl Başkanı Davut Gürkan'ı, şehrin idari sorumluluğunu taşıyan Vali Erol Ayyıldız'ı ve eğitimi yöneten İl Milli Eğitim Müdürü Ahmet Alireisoğlu'nu hassaten göreve davet ediyorum. Siz yutkunup görmezden gelseniz de Bursa'da bir sendika kepazeliği yaşanıyor. Sendika zırhıyla kalbinde engizisyon kurmuş, kibrine kurban isteyerek yargısız infaza yeltenen okul müdürleri var. Bunların kibri ve beceriksizliğiyle adeta çiftliğe dönen okular var. Bu acıklı duruma hakkıyla vaziyet etmezseniz, daha çok çocuk zehirlenir, daha çok çocuğun parmağı kopar. Eğer sizler de Roger Garaudy, gibi, "Gençlik, bir milletin en büyük servetidir" diyorsanız. İsmet Özel gibi, "Yaşamayı berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmak" olarak görüyorsanız; kopan parmak, sizin de vicdanınızda bir şeyleri koparmalı ve yüreğinizde kopan fırtınayla bu ölümcül kopukluğu bir liyakat bir merhamet çınarına bağlamalısınız.  Yoksa vebaldesiniz...  

 

 

***

"Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve politikhaber.com.tr'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir."

 

Mustafa Gültekin Hakkında

Ağaçhisar'da 1977'de Şubat'ın ayazında anamın kucağında açmışım gözlerimi dünyaya. Babamın sıcak nefesiyle kulağıma okuduğu ezanla duymuşum adımı.

Mustafa

Kendimi, "Asabı bozuk bir yazı gündelikçisi" olarak tanımlıyorum. Gazeteciliğe, ortaokulda, okul gazetesi çıkartarak başladım. İlk basın kartımı "bir eğitim hizmeti" olarak burada aldım ve o gün bugündür kendimi mesleğin öğrencisi olarak görmeye, öğrenmeye devam ediyorum.

Araf'tan yeryüzüne dağıldığımızdan beri, yurt tutmayan düşlerimin peşinde, kaleme duyduğum hürmetle 20 yılı aşkın bir süredir yerel ve ulusal gazetelerde yazılar yazıyorum. Evliyim ve Canevim, Yürek Yongam Neslihan Azra'mın babasıyım.