Ülkemizin içinden geçtiği olağanüstü süreçleri dikkate aldığınızda ekonomik durum analizi yapmak hem çok kolay, hem de çok zor olabilir. Konulara yaklaştığınız açı, değerlendirmelerinizi tamamen değiştirebilir. Yaşananları doğrudan ekonomi kuralları çerçevesinde değerlendirmek tabiidir ki; doğru olmaz. Devletlerin aktif süreçleri içerisinde savaşlar, afetler, salgın hastalıklar gibi önceden tahmin edilemeyen gelişmeler ve onların ekonomi üzerinde oluşturacağı yüklerin dikkate alınması ve yeni oluşan ekonomik dengelere göre değerlendirme yapmak objektif yaklaşım tarzının gereğidir.
Diğer taraftan ülkeler demokratikleşme düzeylerine bağlı olarak genel ve yerel seçimler yapabilirler. Seçimlere katılan siyasi partilerin rekabetleri kaynaklı bir seçim ekonomisi süreci ve popülist yaklaşımlar da söz konusu olabilir. Yazının girişinde yönetimlerin iradeleri dışında yaşanabilen savaş, afet ve salgın benzeri durumlarda ne kadar olağandışı bir durum söz konusu ise seçimlerde uygulanan “seçim ekonomisi” süreçleri de o kadar bilerek ve isteyerek siyasi partilerin ön alma amaçlı yaklaşımları söz konusudur ve bu uygulama seçmenle mutabakat içerisinde hayata geçmektedir. Ekonomik ya da imar konulu aflar, erken emeklilik projeleri, beklenmeyen ücret artışları ve kamu harcamalarını aşırı artırıcı adımlar bunlara örnek gösterilebilir. Bu yaklaşımlar sonucu ekonomiye gelecek ağır yüklerin faturasını sadece siyaset alanına yüklemek haksızlık olabilir. Şöyle ki; hak edilmeyen imkan ve avantajları devleti zaafa uğratacak ölçüde seçim zamanı gündeme getirilmesi ve oylarını o şartla kullanma iradesi , büyük resmi tamamlıyor maalesef. Yükümüzün ağır olduğu ve ağırlık derecesinin artmasında kendi katkımız olduğunu da öğrendi isek şimdi başka bir başlığa geçebiliriz.
SEÇİM EKONOMİSİ VE REZERV KAYIPLARIMIZ
Evimizin ekonomisini yönetirken zor günlerde kullanmak üzere bir kenarda mutlaka bazı birikimlerimizin olması gerektiğini büyüklerimiz hep söylerlerdi. Altın ağırlıklı olmak üzere bir kenarda döviz ya da banka mevduatı benzeri bir “zor gün parası” farklı ölçeklerde görülürdü. Bu alışkanlık bugünde farklı şekillerde devam ediyor. Bu gelenekler yaşanmışlıkların sonucunda oluşmuş yokluk veya savaş görmüş toplumların tecrübeleri idi. Bu paraya dokunulmaz, sadece zor günde kullanılabileceği tüm aile fertlerince bilinirdi. Benzer durum şirketlerin her yıl karlarından ayırdıkları Yedek Akçe uygulaması için söylenebilir. Devletler içinde durum farklı değildir. Devletler on yıllarca geçen süreçler içerisinde bin bir zorlukla biriktirdiği yabancı para cinsinden döviz rezervleri aynı misyonu taşırlar. Merkez Bankalarında tutulan bu rezervler ülkenin kısa vadeli borçlanmalarında bazen bir teminat işlevi görür, bazen ise ülke ithalatının yapılıp yapılamayacağı konusunda muhataplara güvence oluşturur. Ülke rezervlerinin büyüklüğü o ülkeye yapılacak sıcak para, borsa ve doğrudan yabancı sermaye yatırımları gibi önemli kaynak girişlerine güven oluşturması açılarından da anlamı büyüktür. Ülkenin yurt dışı risk puanı olarak değerlendirilen CDS prim oranlarının azalmasında da ülke rezervleri etkilidir. Diğer taraftan ülke döviz rezervinin yeterli seviyede olmamasının yarattığı döviz stresi ve ona bağlı aşırı kur artışları ciddi bir maliyet enflasyonu, ithalat bağımlılığımız nedeniyle dış ticaret açığı ve Cari Açık risklerinin büyümesi gibi devasa sorunları bir anda kucağımızda bulabiliriz.
Kur türbülansının bozmayacağı ekonomik denge yok gibidir. Dövize endekslenmiş tüm başlıklarda fiyat artışı, dış borç artışı ve benzeri etkiler sonuçta ciddi bir bütçe açığını da gündeme getirebilir. Ülkemizde kur artışını durdurmayı amaçlayan "Kur Korumalı Mevduat" uygulaması kaynaklı maliyetler de ayrı bir örnek olarak karşımızdadır. Dikkat çektiğim Bütçe dengesi, Dış Ticaret Dengesi ve Cari Denge gibi ekonominin kritik yapıları ülkenin döviz rezervlerinin yeterli konumda olmaması nedeniyle bir türlü büyük açıklardan kurtulamazlar. Ülkemizin ödemeler bilançosunun riskli görülmesi, ihtiyaç duyduğu yeni kaynak bulmasında da zorluklar üretmektedir. Ülkemize doğrudan yabancı sermaye, şirket satın alma ve joint venture benzeri ortaklıklar gelmesi sürecinde kaynakların ülke ayrımı yapmadan rasyonel kurallara tabi olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bir başka anlatımla gelecek kaynağın şartlarını ve maliyetini ülkemizin temel ekonomik verilerini,hukuki güvenlik yeterliliğini ve öngörülebilir bir yönetim performansı görmek isteyecekleri unutulmamalıdır. Bu süreçte ülkemizin para politikalarında asgari gereklilikleri yerine getirmiş olmamız ve maliye politikaları ile de pandemi, savaş ve deprem zararları ile bilerek üstlendiğimiz seçim ekonomisi maliyetlerini vergi artışları ile telafi etmeye çalışmamız yeterli olabilir mi tartışılmalıdır.
AYNI YÖNTEMLERLE FARKLI SONUÇ ALINAMAZ
Bizim ekonomik kararları doğru alabilmemiz, devletin önemli bir kurumu olan TÜİK üzerindeki tartışmaların acil olarak sonlandırılması ve veri güvenliğinin sağlanması ile mümkün olacağı açıktır... Bu örneği kurumlarımızın kapsayıcı yaklaşımlarını artırarak çoğaltabilmemiz mümkündür. Uluslararası piyasalarda “Gri Liste” statüsünde tutulan ülkemize yöneltilen eleştirilere ekonomi yönetimince nasıl çözüm odaklı yaklaşılıyor ise Adalet Bakanlığımızın da Temel Hak Ve Özgürlükler konusunda Avrupa parlamentosu raporlarını uluslararası hukuk normları çerçevesinde değerlendirmesi büyük resmi tamamlayacaktır.
Aslında ifade ettiğim hususlar ekonomik zorluklarımızın çözümünün günü birlik uygulamalar yerine yapısal reform iradesinin dış yatırımcılar açısından da görülme isteğinin altını çizmektir.
Türkiye’nin gençlerinin ve çocuklarının dünyadaki muhatapları ile yaşayacakları büyük rekabette onları güçlü kılacak ve bizim de geleceğimizi kurtaracak aklın ve bilimin belirleyici olduğu bir eğitim sistemini yapısal reform başlığı olarak neden önümüze koyamadığımızı bu toplum anlayamamaktadır. Birçok gelişmiş ülke nesilleri ile bu alanda aramızda oluşan açık tam bir beka meselesi olduğu bilinmeli ve acil tedbir geliştirilmelidir. Eğitim ve bilim alanında yapılacak gerçek reformlar orta vadede tüm sistemimizi geliştirecek ve her alanda gelişmiş ülkeler liginde yerimizi alabileceğiz. Bu gelişmeden en fazla olumlu etkilenecek sektör, her alanda verimlilik artışı ve yüksek katma değer oluşumu yaşanacak olan ekonomi alanı olacaktır.
Kamu yönetiminde insan kaynağı reformu yapılması, hep konuşulan ama hiç başarılamayan liyakat uygulamaları aslında belki de en önemli bir yapısal reform başlığı olacaktır. Yukarıda sorun başlığı olarak anlatılan konuların tamamında liyakat sorununa bağlı olarak piyasalarda oluşan güven eksikliği olduğu unutulmamalıdır.
Kamu Harcama Reformu ve Kapsamlı bir Vergi Reformu da birçok problemin kendiliğinden çözümünü sağlayacak temel yapısal dönüşümler olacaktır.
Reform başlıkları çoğaltılabilir ve sürekli geliştirilebilir. Önemli olan ülke yöneticilerinin reform iradesine sahip olduklarına uluslararası ortamın ve piyasaların inanmasıdır. Ülkemizin tekrar gündemine getirilen Avrupa Birliği başlığının da temel omurgasını oluşturan Kopenhag Kriterleri ile Maastricht Antlaşması bu yapısal dönüşümleri önermektedir.
KRİZDEN ÇIKIŞ YEŞİL DÖNÜŞÜMLE OLABİLİR
Diğer taraftan tüm dünyanın gündemindeki iklim değişikliğine bağlı kuraklık ve afetlere karşı dirençli kentler oluşturmak, İklim krizinin sebebi olan Karbon salınımlarını azaltıcı yeni sanayi dönüşüm planlarının yapılması, bu çerçevede Marmara bölgesinin mevcut altyapısının taşımadığı aşırı nüfus yoğunluğunu dengeli ve sürdürülebilir bir seviyeye düşürecek stratejiler oluşturmak ülkemizin gündemine taşınmalıdır. Avrupa Yeşil Mutabakatının ülkemiz sanayisini, tarımını ve sektörel dönüşümünü nasıl etkileyeceği, sınırda karbon vergisi uygulamasının Gümrük Birliği avantajlarını nasıl etkilediği konuları da acil durumdadır.
Türkiye tüm bu sorunlarını önerdiğimiz reform anahtarı ile çözebilir. Bu kapasitesi her zaman vardır. Ancak ileride ölçeği daha da büyüyeceği beklenen mülteci ve göçmen sorunlarına daha sistematik ve etkili yaklaşılması, savaş olmayan ülkelerden mülteci kabul edilmemesi ve savaş biten ülke vatandaşlarının kendi ülkelerine dönüşü ciddi şekilde organize edilmelidir. Suriyeli misafirlerimizin Türkiye de kalma nedenleri artık siyasi ve insani nedenlerden değil ekonomik avantajları bizim vatandaşlarımızla da haksız rekabet ederek zenginleşme imkanı dolayısı iledir. Bu sürdürülebilir bir yük değildir. Bu alanda AB ülkelerinin yardımlarının Suriyeli misafirlerimizin kendi ülkelerinde projeler yaparak kullanılması önem arz etmektedir.
Son olarak ülkemizde yapılacak anayasa reformları, güçler ayrılığı ve seçim sistemlerinde yapılacak değişiklikler ülkemizin hukuk devleti ve demokratikleşme seviyesini yükseltecek ve güçlü kurumları, iyi eğitilmiş genç nüfusu ile işleyen ekonomik ve finansal sistemleri ile dünyanın ilk 10 gelişmiş ülkesi arasına girme hedefimizi mümkün kılacaktır. Bu hedef için iktidarı ve muhalefeti ile sivil toplum örgütleri ve sektörlerin tamamı, üzerlerine düşen sorumluluğu taşımaya hazır olmaları gerekmektedir.
------------
"Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve politikhaber.com.tr'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir."